FUTBOL
Modern Dünyanın Kutsalı: Futbol
Mehmet Ayman ([email protected])
"İnsan hayatında en yüksek değer olarak sporu görürse o zaman spor onun dini olur."
Dietmar Mieth
Futbolun yıldızı özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlamıştır. Önceleri belki de bir oyun, eğlence ve spor dalı olarak ilgi gören futbol yakın zamanlarda çok büyük bir sektör ve endüstri dalı haline gelmiş, hisseleri halka açılmış büyük bir tröst olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu sektörde milyonlarca personel üretici ve milyarlarca izleyici, tüketici olarak rol almaktadır.
Peki futbolun oyun, spor ve ticari bir sektör olmaktan öte bir boyutu da var mıdır? Futbol tarihi, farklı bir gözle yeniden okunur, yeni bir gözlem ve değerlendirmeye tabi tutulursa; futbol, "bir din" "bir ayin biçimi" olarak yeniden okunabilir mi? Bu yazımızda bu tür soruların cevabını bulmaya çalışacağız.
Konuyu iki değişik yaklaşımla ele almak mümkün.
Birincisi formel yaklaşım. bu yaklaşım türünde futbolun, tüm şekle, biçime yönelik taraflarının, dinin formel yönlerine benzeyip benzemediğini anlamaya çalışmak gerekir. Bu bağlamdan olarak mevcut "kitaplı dinler"in ibadet biçimleriyle, futbolcuların ve izleyicilerinin hareket ve davranış biçimleri birbirlerine benzer mi? Din adamlarıyla, futbol antrenörleri kaptanları ve oyuncuları birbirlerine benzetilebilir mi? Din adamlarının giydikleri özel dini kıyafetler, futbolcuların formalarıyla aynı mı? Futbol izleyicileriyle bir dînî ayine katılan inananlar aynı şeklî/formel özelliklere sahip mi? Stadyumlar mabetlere şeklen benzetilerek mi yapılıyor, imar ediliyor?..
Bu tür benzerlikleri ilk bakışta yakalamak hiç şüphesiz kolayca mümkün olmasa gerek. Yani bir din adamıyla bir futbol antrenörünü, bir "müminle, bir taraftarı" bir cami veya kiliseyle bir stadyumu zahirde birbirlerine benzetmeye çalışmak oldukça zor. Zaten bizim de böyle bir niyetimiz veya amacımız yok.
Bir başka bakış açısı "Fonksiyonel/işlevsel" bir benzerlik bulunup bulunmayacağı yönündedir ki bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz yön, bu yöndür.
Futbolun "Din"in yerine ikame edilip edilmeyeceği işlev bakımından aynı olup olmadığı, birey ve toplumun hayatında "Din"in rolünü oynayıp oynayamayacağı ve aynı görevi yerine getirip getirmediği sorusunun cevabını sağlıklı olarak alabilmenin modernizm olgusunu doğru anlamakta saklı olduğuna inanıyorum.
Özellikle batıda sanayi devriminden, reform ve rönesans hareketlerinden sonra toplum gittikçe sekülerleşmiş ve ortaçağa hakim rengi veren "Kilise" ve "Din" toplum hayatından yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamıştı. Bilinçli bir tercihin sonucu oluşan bu dünyevileşme hareketi, hızını alamayıp kutsal ve manevi olan ne varsa, hepsini dünyadan uzaklaştırıp, silip süpürdü, yerine seküler ve profan yeni değerleri ikame etmeyi başardı. Batıda "Tanrı öldü" ya da "emekli"ye ayrıldı, kilise ve ruhban sınıfı "Laisizm" hareketiyle tamamen hayatın dışına itildi, her alanda sınırsız özgürlük hareketleri yerden mantar biter gibi çoğaldı. Sonuçta siyaset, ekonomi, bilim, ticaret vs. "Kilise"nin baskısından ve kontrolünden çıktı. Tanrı topluma küsmüş, dünya hayatına hiçbir müdahalesi olmayan "emekli (retired)" bir "Tanrı" olarak kiliseye ve İncil’in tozlu sayfaları arasına hapsedilmişti.
Tanrısını hayatından çıkaran toplum yeni hayatında aradığı mutluluğu bulamadığını fark edince, bir anlamda kendi kutsalını kendi yaratmak istedi.
İçinde bulunduğu her hal ve şartı kendi lehine rant sağlamak yönünde manipüle etmeyi çok iyi başarabilen seküler/kapitalist sınıf "Bu halka din lazımsa onu da biz getiririz" mantığının bir uzantısı olarak harekete geçti.
Diğer taraftan halk içine düşürüldüğü manevi bunalımdan kurtulma çareleri aramaya başlamış ve başlıca tatmin vasıtalarına baş vurmuştu. Bu bağlamda, çok ünlü, yarı ilah formunda sunulan ünlü müzisyenler (Elvis, Madonna, Michael Jackson, Beatles vs.) sinema artistleri, moda sektörü ve güzellik yarışmaları katılımcılarının bu alanda gördüğü işlevler düşünülürse, ne kadar haklı olduğumuz daha iyi anlaşılacaktır.
20.yy’ın ikinci yarısına gelindiğinde sekülerizm’in parlayan yıldızı futbol oldu. Devâsâ konser ve sinema salonlarına ek olarak dünyanın büyük şehirlerine büyük olimpiyat stadları yapıldı. Bir yanda, yeryüzünde milyonlarca insan açlık sınırında yaşamaya mahkum edilirken, diğer taraftan milyarlarca dolar para bu sektöre akıtıldı. Ve sonuçta bir yandan müzik ve sinema, diğer taraftan moda defileleri ve güzellik yarışmaları, öbür yandan da futbol müsabakaları bu sekülerleşme hareketinin (yani dünyaya ve dünyada olana, paraya, güce ve insana tapıcılığın) üç temel ayağını oluşturup, insanlığın oldukça büyük bir kısmının olmazsa olmaz türünden kutsalları arasına girdiler. Hatta bir çoğunun yegane varlık amacı ve temel kutsalı oldu. Ve sekülerizm bu sayede "dünyaya tapıcılık" ( dünya-perestlik) dini olarak yeniden anlam kazandı.
Peki Futbol ?! Aslında mikro planda ve kitleler üzerindeki büyüleyici etkisini de hesaba katarak düşünürsek, futbolu başlı başına bir din olarak telakki etmek oldukça kolay olur. Fakat makro planda düşünülürse futbol müstakil bir din değil, daha çok sekülerizm dininin (bu din bizce, tapınma biçimleri, ayin ve seremonileri itibariyle profan bir dindir) mistik yanını temsil eden bir tarikatıdır. Fakat gerçekte futbolun modern çağda gördüğü işlevi hesaba katarak konuşursak onun bir din ya da bir tarikat olarak adlandırılması pek de önemli değildir. Zaten Olimpiyatların kurucusu Baron Coubert de ömrü boyunca, sporu yeni dünyevi (seküler) bir din haline getirmek için çalışmıştı. Şimdi birkaç alıntıyla görüşlerimizi biraz daha açmaya çalışalım.
Önce batıdan:
*Mesela Fransa 1998’de Hıristiyan futbol severler için hazırlanan kırk dört sayfalık bültende Tanrı bir futbol taraftarı olarak nitelendirilmiş ve dünya kupası sırasında futbolseverlere dağıtılmak için hazırlanan bültende "Tanrıyı daha iyi anlamak için yapılması gereken dört şey" şöyle sıralanmıştı:
1-Teknik direktör ile görüşün
2-Kılavuzu okuyun
3-Taraftarlar kulübüne katılın
4-Kadroyu genişletin
*Arjantin Buenos Aires’teki San Lorenzo stadyumu yıkılırken bir çok taraftar, kendileri için kutsal olan stadyumun yıkıntılarını ağlayarak ceplerine doldurup götürmüşlerdi.
*Dünyanın bir çok yerinde stadyumlar 20. yüzyılın tapınakları durumundadır. Mesela Brezilyanın bir çok köyünde kilise yok ama futbol sahası mutlaka var. (Simon Kuper)
Şimdi de Türkiye’den:
*Ali Şen: "İnsanlar dinini değiştirir ama takımını asla." (Mayıs 1996, gazeteler).
"Ben bir Tarikat şeyhi gibiyim"(Mart 1998, gazeteler).
*Vefa Küçük: "Çalışmalarımla, Fenerbahçe’ye ibadet ediyorum." (Mart 98 gazeteler)
*Fenerbahçe’li bir amigo: "Futbol bir din, takımlar mezhep; doğan her çocuk Fenerbahçeli olarak doğar, sonra ya Beşiktaş’lı ya Galatasaray’lı, ya da Trabzonspor’lu olur." (Ocak 1996, Aksiyon).
*Bu söylenenlere 1967 yılında Kayserispor - Sivasspor maçında ölen kırk beş Sivaslı’nın defnedildiği yerin adının Sivasspor şehitliği olarak bilindiğini de eklersek söylediklerimiz biraz daha anlam kazanır sanıyorum.
Sonuçta Kulüp formalarının ve renklerinin kutsal sayıldığı, yıldız futbolcuların "İlah" veya "Aziz" ilan edildiği; stadyumların mabede, taraftarların bir din mensubuna benzetildiği bir dönemde yaşamaktayız. Bu din, ilkelerini daha çok inananlarının mutsuz yanlarını istismar ederek kurgulamıştır. Onları bu mutsuz anlarında sahte bir vecd ve istiğrak haline sokarak adeta mistik bir atmosferde kendinden geçiren, gündelik hayatın sıkıntılarını kısa bir zaman için de olsa unutturup uyuşturan, futbol karşılaşmaları da bu seküler dinin ayin ve seremonisi yerindedir. Bu karşılaşmalar esnasında insanlar hayatın gerçeklerinden uzaklaştırılıp, hep bir sonraki karşılaşmaya kadar hayal aleminde yaşatılmakta, zavallı taraftarlar gece gündüz futbolla yatıp futbolla kalkmaktadırlar.
Geçtiğimiz yıllarda Napoli Kardinali Giardano İtalya’da bir spor merkezinde sporculara hitaben yaptığı konuşmada; "Futbol halkların dinidir" diyerek futbolu kilise için rakip ilan etmişti. Futbolun bu gün halkların, kitlelerin uyuşturulması için kullanılan en etkili araç (halkların afyonu) olduğunu söylemek de hiç yanlış olmaz sanırım.
"Gölgede ve Güneşte Futbol" adlı denemenin Uruguaylı yazarı Eduardo Galeano, "Futbol hayatın bir parçasıdır. Doğurduğu tutkular göz önündeyken bir yazar buna kayıtsız kalamaz. Tutkunların ibadeti ve entelektüellerin duyduğu şüphe dikkate alındığında, futbol bir dine benziyor" diyor.
Tübingen Üniversitesi’nden Dietmar Mieth "Spor dinin yerini tutuyor, bazen de dinin rakibi olabiliyor"diyor ve şunu ekliyor: "İnsan, hayatında en yüksek değer olarak sporu görürse o zaman spor onun dini olur."(Aksiyon, 16-22 Mayıs, 1998). İşte bu yüzden de bir kısım insan dini ihtiyaçlarını karşılamak ve kendilerini bu yönde de tatmin etmek için ibadethanelere değil de futbol sahalarına yöneliyor.
Bütün kalabalıkların gerçekte bir ayin psikolojisiyle hareket ettiği olgusunu dikkate alarak konuşursak, bu ayini yöneten, bu kalabalığı coşturan ve trans haline geçiren kimselerin de futbol Amigoları olduğunu söyleyebiliriz. Artık kalabalıkların, karşılaşmaları izlerken attıkları sloganların ve söyledikleri marşların dini müziklere ve ilahilere benzetilmesinde, bir hata olmaz sanırım. Hatta bu konuda daha da ileri giderek şunu söyleyebilirim. Çok az mümin, bir ibâdethânede fanatik bir taraftarın bir stadyumda ulaştığı tatmine ve trans haline ulaşabilir. Öyle ki, bu taraftara, karşılaşmanın en coşkulu anlarından birinde, futbolcular veya hakemler hakkında ne söylediği, hangi kaba küfürleri savurduğu sorulsa, eminim çoğu kısmını hatırlamayacaktır; çünkü o an trans halindedir.
Futbol artık, sadece futbol değildir!
Futbol çok ciddi bir rant kaynağı olduğu anlaşıldıktan sonra, masum bir spor dalı olarak algılanmaktan çıkmıştır. "Futbol artık sadece futbol değildir." Trilyonluk bir rant, paylaşılmayı beklemektedir. Özellikle transfer ücretleri son birkaç yılda daha önce hiç olmadığı miktarlara yükselmiş, astronomik derecede artmıştır. Her futbol sezonu özellikle bir kaç futbolcu üzerinde yoğunlaşan dikkatler ve onlara teklif edilen astronomik ücretler, onları biraz daha ulaşılmaz, hatta dokunulmaz kılmakta ve taraftarların gözünde daha da yüceltmektedir. Dinin yükselen değer olduğu dönemlerde, yeni doğan çocuklara verilen isimler daha çok islam tarihinden alınma isimler olurken, futbolun yükselen değer olduğu dönemlerdeki çocuk isimleri o dönemin ünlü futbolcularının (futbolun en parlak devirlerinin) isimlerinden seçilmektedir.
Ve böylece futbolcu sıradan bir insan olmaktan çıkmış, uğrunda ölünebilecek bir kahraman olarak ve kutsal bir kimlik kazanarak tarihe geçmiştir. Ölürse şehittir o, bir futbol şehidi...
Ve medya!
Medya bu durumu özellikle abartmakta, adeta yangına körükle gitmektedir. Adını "Fanatik" koyan gazetelerden tutun da, takım sevgisinin taraftarın "kanında olduğunu" vurgulayan reklamlara kadar...
Dikkat edilirse spor sayfası olmayan gazete, spor programı olmayan TV kanalı yoktur. Gazetelerin ilk bakılan ve en çok okunan sayfaları, spor sayfalarıdır. Sadece spor, özellikle de futbol ağırlıklı yayın yapan gazeteler ciddi derecede tiraj yapmaktadır. Mahalli gazeteler de tirajlarını o ilin spor kulübünün taraftar sayısına göre ayarlamaktadırlar.
Büyük birkaç kulübün ve yöneticilerinin maddi servetleri tahmin edilemeyecek derecede yüksektir. Hatta bu kulüplerin başkanlık koltukları kara para aklama yerleri olarak kullanıldıklarından, birileri tarafından bir türlü paylaşılamamaktadır.
Siyasi iktidarlar da bu sektöre açık destek vermektedir. Çünkü taraftar kitlesi öncelikle ihmal edilemeyecek derecede büyük bir oy potansiyelini içinde barındırmaktadır. Bu kitle aynı zamanda gözden uzak tutulmaması ve kontrol altında bulundurulması gereken, potansiyel şiddet kaynağı bir kitledir. Evet siyasi iktidar bu sektöre açık destek verir. Çünkü hafta boyu takımının galibiyetinden başka bir şey düşünmeyen, taparcasına sevdiği futbolcunun hayaliyle yatıp kalkan, kendisinin de onun gibi olacağı günlerin beklentisinden başka bir şeyi olmayan bu zavallının ne kendisinin ne de ülkenin hangi durumda olduğunu düşünecek ve sorgulayacak ne gücü ne de vakti vardır. Çünkü o çok kolay idare edilir. Ne işsizlik, ne yoksulluk ne enflasyon onun umurunda bile değildir, çünkü takımı kazanmıştır ve o çok mutludur. Ya da takımı kaybetmiştir ve o çok üzgündür.
Ve o artık bir fanatiktir!
İşte bu psikoloji taraftarlar arasında, fanatizmi, giderek de şiddeti körüklemiştir. Sonuçta çok ciddi derecede taraftar kavgalarına kadar varan şiddet olayları sonucu ölen ve yaralanan insanların sayısı oldukça fazladır (1970’den bu yana sadece stadyumlarda çıkan kavgalarda Avrupa’da 310 kişi; Güney Afrika’da 13 ve Türkiye’de 45 kişi hayatını kaybetmiştir. Maç sonrası çıkan sokak kavgalarında ölenlerin sayısı bilinmemektedir). Ve işin ilginç yanı, zaten çoğu hırçın, kavgacı ve agresif tavırlar sergileyen taraftarlar, şimdilerde kendilerine "Tribün lideri" de denilen Amigolar tarafından doldurulup, kışkırtılmaktadırlar. Amigoların da psikopat denilebilecek derecede "hasta kişilikli" kimseler oldukları ve bu seyirciyi maça angaje etme görevleri için kulüpleri tarafından teşvik edildikleri de hesaba katılırsa işin vahâmeti daha da iyi anlaşılacaktır. Hatta 1980’lerden sonra kendilerine tanınan imkanları kötüye kullanıp, etrafına topladığı fanatiklerle birlikte mafya türü örgütlenmeye gittikleri gözlenmiştir.
"Buraya maç seyretmeye mi geldiniz?"
Bir amigonun, taraftarı kışkırtmak amacıyla söylediği bu sözler, fanatiğin psikolojisini yeterince açıklıyor.
Gerçekte futbol bir din olma yolunda hızla mesafe kat etmektedir. Fakat bu dini ayakta tutan, yaşatan çıkar çevrelerinin ranta, taraftarın da şiddete düşkünlüğüdür. Spor artık eskilerin tabiriyle bir centilmenlik yarışması değildir. İşe şiddet ve kan karışmıştır.
İşte bir müsabaka öncesinde taraftarlar arasında işitebileceğimiz birkaç sıradan slogan;
"Önce F.B. sonra canımız!"
"Biz delikanlıyız, bıçaktan taştan korkmayız!"
"İşte döner bıçağımız havada!"
"En iyi fenerli, ölü fenerlidir!"
"Buraya taşla, bıçakla girenler, kaleşnikofla karşılanacaktır!"
Ve bir gazete manşeti "United" lı taraftarlar Türk hamamında kan banyosu yaptı"
Evet stadyuma maç izlemeye değil de ölmeye gelen taraftarlar rakiplerine kan banyosu yaptıracak kadar vahşileşmişlerdi.
Bu futbolizm dininin taraftarları (müminleri) çoğu 15-25 yaş arası öğrenci, işsiz veya serbest (gündelikçi) meslek sahibi kimselerdir. Kendilerini takımlarının fedaileri gibi gördüklerinden dolayı, takımlarının galibiyeti halinde kendilerini de başarılı görüp, rakiplerini cezalandırarak kendilerini ödüllendirme yoluna gidiyorlardı. Mağlubiyet halinde de, şiddet eylemleriyle takımlarını, intihara teşebbüs ederek de kendilerini cezalandırmaya yöneliyorlardı.
Son birkaç söz
Futbolun son yüzyılda Din’in yerine ikame edilmeye çalışıldığı gerçeğine katılıyoruz; fakat öncelikle dikkat çekmemiz gereken bir nokta, tarafların çoğunluğunun gerek aileden gerekse eğitim kurumlarından gerekli ve yeterli din eğitimi almamış ve şiddete yatkın insanlardan oluştuğu gerçeğidir. Öyle ki bu kimseler "dini" ve "tarihi" değeri olan büyük şahsiyetlerinden birkaçının (mesela Peygamberinin) ismini bile bilemezken; (daha çocuk denecek yaştan itibaren taraftar olmak için yetiştirildiklerinden dolayı) mensubu oldukları takımın tüm kadrosunun künyelerini ezbere bilmektedir. Daha çok kimlik ve kişilik sorunu olan fanatik taraftarlar, zaten önceden beri bilinçli bir din tercihi yapmayan, kendisini, akıp giden gündelik hayatın acımasız çarkları arasında ezilmekten korumak için tutunacak bir dal arayan, bunun çözümünü de kalabalıklara karışmakta bulan kimselerdir. Önce kalabalıklar arasında kaybolup sonra yeni bir kimlikle, (taraftar kimliğiyle) yeniden topluma karışmak ve varlığını ispat etmek için de şiddete "üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir". Zaten kendisi de çok iyi bilmektedir ki, bir zamanlar taparcasına sevdiği yıldız futbolcu şimdilerde adı sanı unutulmuş, bir köşeye itilmiştir. Bir zamanların altın ayakkabı ödülü sahibi "Tanju Çolak"ları, "Şeytan Rıdvan"ları şimdi neredeler dersiniz? Nerede o, çocukların adını dilinden düşürmediği Kempes, Rumenige? Onları arayıp soran var mı acaba? Bir zamanların "futbol ilahı" ilan edilen meşhur "küçük dev" Maradona, şimdi eroin bağımlısı ve "Bana ihtiyaç duyulmasına ihtiyacım var" diyerek bir köşede ölümü bekliyor.
Mehmet Ayman