Mevlânâ'nın İnsan Hakları Anlayışı ve Hümanizm
İslam dininde; din, ırk, renk, dil, mevki ve cin-siyet gibi farklara yer verilmeden sınıfsız bir insan anlayışı hâkimdir. Kardeşlik, eşitlik, adalet ve barış gibi kavramlar da bu anlayışa ve bu anlayıştan kay-naklanan sevgiye bağlıdır. İnsanı benlik duygusun-dan kurtarıp, tevhitçi prensiple birlik bilincine ulaştıran dinimiz; "Sizden biriniz kendisi için iste-diği şeyi kardeşi için de istemedikçe, kâmil iman ile iman etmiş olmaz." hadisinde belirtildiği gibi, ken-dimize nasıl muamele edilmesini istiyorsak, baş-kalarına da öyle davranmamızı emreder.
Mevlânâ'nın eserleri üzerinde bir ömür boyu çalışmış olan ünlü doğu bilimcisi Reynold A. Nic-holson, İslâm Sûfîleri adlı eserinde bir tespitte bu-lunur: Müslüman evliya menkıbeleri, hor görülen köpek dâhil; hayvanlara, kuşlara, hatta böceklere karşı gösterilen merhamet hikâyeleri ile doludur. Hayvanlara gösterilen merhametin çok daha faz-lasının, hiçbir fark gözetmeden her insana göste-rilmesi, her insanın sevgi ve saygıya layık olması düşüncesi, İslâm din ve tasavvufunun temelinde mevcuttur.
Bu yüzden din ve kültürümüzde; kimseyi hor görmemek, kimsenin kalbini kırmamak, aksine gönüller kazanmak, yedi düvelle dost olmak, her-kese eşit gözle bakmak tavsiye edilir. Her geceyi kadir, her gördüğünü Hızır bil yaklaşımının temeli bu eşitlik, birlik ve sevgi şuurudur. Yunus Emre bu görüşü;
“Yetmiş iki millete birlik ile bakmayan
Şef ile evliya ise hakikatte âsîdir.”
mısralarıyla dile getirir. Mevlânâ da: Şu birbirinden üstünlük arayış da nedir? Sonucu hepimiz aynı ka-pının yoldaşıyız sözleriyle insanlar arasında ayrım yapmadan dostluk elinin, sevginin herkese ulaştı-rılmasını ister. İnsanların tamamı Allah'ın ayali, yani Allah'ın aile fertleri gibidir hadisinde ifade edildiği gibi bütün insanlar gerçek dostun kuludur, yakını-dır; onlardan birini reddetmek mümkün değildir. Aile bireylerinden birine evinden çık denemez. Ya da insanlar bir çeşmeden akan suya benzetilir; ay-nı kaynaktan gelen su, şu bardakta tatlı, öbüründe acı olamaz.
Dolayısıyla din ve tasavvufumuzun temel ilke-lerinden biri; Allah'ı merkez kabul eden bir sevgi dairesinde Cenab-ı Hakk'ın kendisine lütfettiği gü-zellikler ve meziyetlerle bezenmiş olan her insanı sev-memize dairdir. Allah'ın kendisine yeryüzünde halife tayin ettiği insan, sevgiye lâyıktır, ilhamını Mevlânâ'dan alan on sekizinci yüzyıl Mevlevî şairi Şeyh Gâlib, bu ba-kış açısını şöyle dile getirir:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen
"Ey insanoğlu, kendine alıcı gözle bak, kendini iyice tanı. Zira sen âlemin özü, neticesi; kâinatın göz be-beğisin."
Sonuçta; Allah'ın büyük bir değer vererek yarattığı insanoğlu; ayrıma değil, sevilmeye ve saygı duyulmaya lâyıktır.
Mevlânâ ve Hümanizm
Mevlânâ gerek hayatında sergilediği davranışlar, gerekse eserlerindeki insana sevgi, saygı ve hoşgörü anlayışı nedeniyle hümanizmle bir araya getirilmekte; hümanist bir şair ve düşünür olarak takdim edilmek-tedir. Bu görüşü değerlendirmek için öncelikle hü-manizmin çerçevesini belirlemek gerekir. Hümanizm; bir anlayış olarak antik çağlara kadar uzansa da asıl olarak Rönesans'ın ardından on altıncı yüzyılda Avru-pa'da ve daha çok da aydınlar arasında gelişen bir dü-şünce hareketidir. Hareketin felsefî, edebî, ahlâkî ve ideolojik boyutları vardır. Genel anlamda hümanizm; ortaçağda aslından saptırılmış olan Hristiyanlık anla-yışına, tanrı adına insan üzerinde gerçekleştirilen zul-me karşı koyuş, daha açık ifade ile insanı birey olarak toplum içinde eriten kilisenin baskısına bir direniş olarak ortaya çıkmıştır. Ortaçağ Hristiyanlığı insanı ezen, yok sayan, onun fikir ve sanat üretimine izin ver-meyen bir tanrı kavramı sunuyordu. Hümanist düşün-ce de, buna bir tepki olarak insanı ön plâna çıkarır ve tanrıyı reddeder.
Bütün ilgilerin merkezini insan olarak kabul eden bu akımda zamanla "yüce insan" kavramından "tanrı in-san" kavramına doğru bir akış vardır. İnsanı ilahî kaynağından koparan hümanizm temsilcilerinden A. Comte, insanı tanrı ilan etmiş; açılan bu yolda, Niet-zsche biraz daha ileri gitmiş, "üst insan" kavramını or-taya atmıştır. Sadece kuvvetliye yaşama şansı verilen bu düşüncede; sevgi, merhamet, şefkat gibi duygular esirlerin veya sürülerin ahlâkı olarak kabul edilmiş, ce-miyetteki orta ve aşağı tabakadaki insanlar fazlalık gö-rülmüş, bunların gereksiz yaratıldığı, hatta yok edil-mesi ileri sürülmüştür.
Kuvvetlerin ortaya çıkması için dünyanın bir savaş alanı olması istenmiş, erkeğe yalnızca savaşçı, kadına da yalnızca doğurgan olarak bakan bu düşünce tarzı; isyancı, merhametsiz, yıkıcı ahlâklı ve kavgacı insan ti-pini desteklemiş; neticede hümanizm insanlığı anar-şiye sürükleyen bir teze kaymıştır. [Bolayır 1996: 194-196, 423-425]
İslâm din ve tasavvufunda ise insana verilen değer; hümanizmin çok üstündedir. Dinimiz eşref-i mahlûkat olarak adlandırılan insana bir şahsiyet ve üstünlük ka-zandırmış; insanı maddenin, tabiatın ve nefsinin/içgü-dülerinin esiri olmaktan korumuş; insan ruhunu ilahî vahiyle besleyerek makineleşmesini, maddeleşmesi-ni, öncelikle ben düşüncesinde ferdî merkezli olmasını önlemiştir. [Bolayır 1996: 199] MarcelA. Boisard'ın, L' Humanisme de L'lslam [1979] adlı kitabındaki İslam dininin insana bakışındaki bu sağlam görüşü dile getir-diği şu tespit enteresandır: "Bu kitap Müslümanlara sevimli görünmek için yazılmamıştır. Tarihte ilk defa insana sosyal, ruhî, siyasî, ahlâkî, hukukî değerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eş-siz bir kültür meydana getiren İslam'ı ve hümanizmini hakiki cephesi ile ortaya koymak için yazılmıştır." [Bolayır 1996: 200]
Hümanizm tanrıyı karşısına alan daha sonra da in-sanı tanrılaştıran bir gelişim çizgisi takip ederken, İslâm din ve tasavvuf anlayışıyla gelişen kültürümüzde Yunus Emre'nin;
" Elif okuduk ötürü pazar eyledik götürü
Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü. "
Prensibinin özetlediği gibi Allah sevgisini merkeze alıp, diğer bütün sevgilerle yaratıcı arasında bağlantı kurmak esastır. Zira sağlıklı ve hakikî sevgide, muta-savvıflarımız önce Allah'ı, sonra Peygamber'i, kâinatı, insanları, vatanı, milleti, yakın çevreyi, aileyi ve so-nuncu olarak da nefsi sevmek şeklinde tümdengelim metodunu uygular. Bu sevgi anlayışında kimseye mü-dahale etmeyen, karşı çıkmayan, değiştirmeyi amaç-lamadan olduğu gibi kabul etmeyi öngören bir hoş-görü vardır.
Ayrıca insan, Allah sevgisini başa aldığı zaman, Al-lah rızası uğrunda sevmeyi öğrenir, sevgi dairesi geniş-ler, sevdikleri için canını, malını feda edebilme büyük-lüğüne erişir. Dinini, vatanını, milletini koruma uğruna canını feda eden insanın sevgisi, böyle bir temele da-yanır. Yoksa sevgisini öncelikle kendisine yönelten, egolarını yücelten insanların oluşturduğu milletlerin felâkete sürüklenmesi tabiîdir.
Sonuç olarak tanrı yerine insanı, din yerine aklı ve bilimi, maneviyat yerine de maddiyatı esas alan hüma-nizm ile Mevlânâ'nın insan sevgisi, insana değer ve önem veren anlayışı arasında büyük fark vardır. Mevlâ-nâ, insanı tanrılaştırmamış, tam tersine insanın Allah'a yaklaştıkça değer kazanacağını, gönül dünyasının gerçek mutluluk ve sevgiden nasip alacağını vurgulamıştır.
* Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölüm Başkanı