MELİK MUHAMMED GAZİ

Kabrinin önünden binlerce defa geçtiğim,lakin hakkında bilgi edinme zahmetinde bulunmadığım bu zatın, kabrinin önünden bir defasında geçerken, bir yığın sui zan beynimin hücrelerini kemirmeye başladı.

MELİK MUHAMMED GAZİ
 
Kabrinin önünden binlerce defa geçtiğim,lakin hakkında bilgi edinme zahmetinde bulunmadığım bu zatın, kabrinin önünden bir defasında geçerken, bir yığın sui zan beynimin hücrelerini kemirmeye başladı.
İçimden bir ses, hayattayken sahip olduğu değerleri ne kadar yerli yerinde kullanmış olacağıyla ilgili bir sürü oldu, olacak kabilinden sıralayıp duruyordu.
Öyle ya, koskoca bir devletin hünkarı, nasıl imkanlara sahip olabilirse, o da aynı imkanlara sahip olmuştu mutlaka. Tokattan Kayseriye taşıdığı devlet idaresini, yakışır bir sarayla yönetmek  en önde gelen özelliklerden biri olsa gerekti. Sarayın içinde hizmetçiler, uşaklar, cariyeler, hanımlar, çoluk çocuk vs. 
Algı olarak bir hünkarın nezdindeki insanların kaçta kaçı onun özel tasavvur dünyasında yer alabilirdi ki. Çoğu işleyen sistemin içinde bir obje olmaktan öteye geçmeyebilirdi. Hünkarın gözüne girebilmek için saray içinde ne ayak oyunları dönmüştü kim bilir de hünkarın bunlardan haberi bile olmamıştı. 
Ordusuna komuta eden kumandanlardan tutun, devlet yönetimi kadrolarında yer alan vezirler, katipler, sarayın özel işleriyle ilgilenen görevliler. Hepsini topladığınızda bir ordu adam. Bir kişinin etrafında devlet denilen mekanizmanın işleticisinin kararları, hizmetleri, memnuniyetleri veya memnuniyetsizlikleri arasında hayatlarını sürdürüp gitmekteydiler. 
İşte bu kadar adamın arasında adaletin temini ülkede adaletin temininden daha zor bir işti. Zira insanoğlunun en yakınındakilere adaleti temin etme konusunda uzağında olan insanlara nazaran daha hassas olmadığı bir vakıaydı.
Kabre baktığımda demiştim ki içimden “ey padişah, şimdi bütün sıfatlarından soyutlandın, imtihan için önüne konulan imkanların sana biçtiği pahaların hepsi, dünyada kaldı ve bütün bu şaşalı sıfatlardan soyutlanmış vaziyette Rabbinin  hesap gününü beklemektesin.  Artık geriye dönük pişmanlıklarda fayda etmeyecektir. Kendini nasıl hissediyorsun?
Bu düşündüklerimi bir yazıya dökerek sosyal medya üzerinden ölüm sonrası için dikkat çekici olması adına paylaşmayı düşündüm. Yani Kayserililerin ölüm sonrası için dikkat çekici olması adına söyledikleri “Karun olsan ne yazar”  sözü gibi bir vurgu yapmak istemiştim.
Bir gün bu yazıyı yazmak için son bir kez daha uğradım Melik Muhammed Gazinin kabrine. Kitabesi niteliğindeki yazının fotoğrafını çektikten sonra, kabri ziyaret etme hissi doğdu içimde.  Şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim. Aşağıya indim, kabrin içine girdim, ortadaki büyük sandukanın ayak ucuna üç a dört kağıdından oluşmuş bir hayat  hikayesi yazılmış basit bir çerçeve buldum. Yazıları okumaya başladım. 1136 ve 1139 yıllarında haçlıları kesin bir mağlubiyetle yenmiş bir hünkarın kabrinin ayak uçlarında duruyor buldum kendimi. Müslümanların Anadolu topraklarını ve Kudüsü almasını içine sindirememiş, önüne gelen her şeyi çekirge sürüleri gibi talan eden eden ve Müslüman ahaliyi silindir gibi ezip geçen kudurmuş haçlı orduları gözümün önüne geldi. Onlara unutamayacakları bir ders veren bir komutanın önündeydim. Daha önce Tokat ili yönetim merkeziyken Kayseri’yi kendine yönetim merkezi yapmıştı.
Yazıyı aşağıya doğru okudukça, hakkında sui zan ettiğim konuların birer, birer  cevaplandığını görmeye başlamıştım. Sanki yazı benim okumam, yada benim gibi düşünenlerin okuması için oraya konmuştu.
Orada şu cümleler vardı; “Yoksula, yolda kalmışlara, düşkünlere ve hastalara yardım etmeyi severdi. Onların sıkıntılarını giderirdi.” İşin ilginç olanı geliyor bu cümlenin ardından. Kendi cümleleri nakledilmiş tarihin karanlıkları içinden “Hayrın makbulü Allah için olandır. Bir insan servet sahibi olabilir ama cömertlik biraz da Allah vergisidir”  bu cümleleri okuyunca kendimden utandım, ön yargımın ağırlığı altında ezildim. 
Devamındaki kayıtlar hünkarımızın ne denli engin düşünce sahibi olduğunu ortaya koyacak nitelikteydi. “Kendi tebaası olan Rumlar başka dil bilmedikleri için bastırdığı paraların üzerine Rumca harflerle onlara ait deyimleri de yazardı. Ve şöyle derdi  Onların Müslüman olmaları yada gayrı Müslim kalmaları kendi sorunları, ahrette bunun karşılığını kendileri görecekler, bütün insanlar Allahın bize emanetleridir, bizim yapmamız gereken burada adaleti tesis ederek Allahın muradını gerçekleştirmektir.”  
Cami i Kebir ondan kalan bakiyatüs salihattan bir eser. O dönem sanat olarak henüz kemal derecesine ulaşamamış Müslüman Türk yapı ustalarının ortaya koyduğu bu eser için, fethettiği bölgelerdeki bir takım Bizans eseri sütun başlıklarını getirterek caminin inşaatında kullandırdı. Caminin kıble tarafına inşa ettirdiği medrese onun ilim aşkının göstergesiydi. Mezarını bu medrese içine yaptırmıştı, ama medrese yıkılıp ortadan kalkınca mezarı caminin kıble duvarına bitiştirilmişti.
Yazıyı tamamladığımda kendi kendime ne kadar yazık ettiğimin farkına varırken, büyük yazık ettiğim hünkarımızın geriye bıraktığı eserlerden ayakta kalmış olan ve bir kısım insanın ehemmiyetle orada namaz kılmaya değer verdiği düşüncenin, caminin yapılışındaki samimiyetin tezahürü olduğu kanaatine vardım.
Bulunduğu makamı dini adına doğru biçimde doldurmuş olduğu kanaati bende kesinleşen hükümdarımızın yeterince bilinmediğini görüyorum, Tıpkı bu topraklara Allah için can vermiş, kan vermiş insanları tanımadığımız gibi.  Yaşadığımız hayatın idraksizliği,  her şey gibi içinde yaşadığımız şehrin gerçek banilerinin farkında olunmayışı da beraberinde getiriyor. 
 
Celalettin Sipahioğlu

Diğer Haberler