TÜRK MODERNLEŞMESİ GERÇEKTE NE İFADE EDİYOR

TÜRK MODERNLEŞMESİ GERÇEKTE NE İFADE EDİYOR.

 

Mehmet Ayman ([email protected])

 

 

 Türkiye’nin özellikle son yıllarda modernleşme ve batılılaşma adı altında içerisine dahil edilmeye çalışıldığı süreç, yüz yılı aşkın bir süre önce içerisine atıldığı sonu gelmez maceranın son aşamasıdır. Bu macera kimi zamanlar asrileşme olarak, kimi zaman da batılılaşma ve modernleşme macerası olarak adlandırılmıştır. Kendisini bu maceranın dışında tutmaya özen gösteren kimseler de kimi mihraklar tarafından çağdışı, gerici, yobaz, dinci vs. gibi sözde aşağılayıcı yaftalarla yaftalanıp küçük düşürülüp, dışlanmaya ve sindirilmeye çalışılmıştı. Şimdilerde sessiz kalmayı tercih eden bu mihrakların Türkiye’nin modernleşmesi ve dini hassasiyetlerinin azaltılması ve sonunda da tamamen yok edilmesi düşünceleri hala bilinçaltlarında saklı durmakla beraber fırsatını buldukları ilk anda açığa vuracaklarında hiç şüphe yoktur.

İster batılılaşma, ister modernleşme ve çağdaşlık diye adlandırılsın; bizce bu macera gerçekte bir “Protestanlaştırma” başka bir tabirle “din değiştirme” macerasıdır. Çünkü modernleşme ve batılılaşma adı altında yapılmaya çalışılan şey tamamen paradigma değişiminden ibarettir ve bununla ulaşılmaya çalışılan sonuç da bu toprakların insanını kendi köklerinden, geleneğinden, dininden koparıp Protestan batıya eklemlemek onun bir parçası haline getirmektir.

Türkiye’de geri kalmışlığın tarihini yazan batıcı/Laik yazarlar özellikle ekonomik ve iktisadi alanda geri kalmışlığımızın ve kalkınamayışımızın sebebini İslam’a fatura etmeyi marifet zannedip “geri kalmışlığımızın nedeni Müslüman olmamızdır, modern batı kalkınmışlığını Protestanlığa borçludur. Biz de İslam dan vazgeçer ve Protestanlaşırsak geri kalkınmışlıktan kurtulur ve kalkınırız.” görüşünü savunmaktadırlar. Bu kesimin, batının maddi  kalkınmasının nedenini Protestanlıkta görmelerinin elbette haklı gerekçeleri olabilir. Fakat  İslam’ın geri kalmışlığın nedeni olarak gösterilmesinin hiçbir haklı ve tutarlı gerekçesi yoktur.

Bu konuya biraz daha açıklık getirmek için batı düşüncesi ve reform hareketi hakkında kısa bir ön bilgi vermekte  fayda vardır.

 

 BATI DÜŞÜNCESİNDE REFORM VE PROTESTANLIK HAREKETİ

Batı düşüncesi üç köklü değişim yaşayarak bu gününe gelmiştir. Bunlardan ikincisi ve belki en önemlisi ortaçağ sonrası yaşanan değişimdir. 16. yüzyıl Avrupa’sında Almanya’da Katolik rahibi olan Martin Luther’in başlatmış olduğu daha sonrada Fransa’da Calvin ve İsviçre’de Zwingli tarafından desteklenen reform hareketi bu değişimin ikinci aşamasını oluşturur.Almanya’da Katolik Roma Kilisesinin bir takım yanlış ve katı uygulamalarına karşı ilk itiraz Martin Luther tarafından başlatılmıştır. Luther’in amacı elde ettiği siyasal ve ekonomik güç sayesinde gittikçe kuvvetlenen ve bu sayede halkın üzerinde tahakküm kurmaya çalışan Katolik kilisesini uyarmak ve bir çeki düzen vermekti.

Luther; 31 Ekim 1517’de İlahiyat profesörlüğü yaptığı Wittenberg Kilisesinin kapısına, kilisenin fiili uygulamalarına karşı geliştirdiği görüşlerin içeren yaklaşık 95 maddelik bildirgeyi astı. İşte bu bildirge Ortaçağ Avrupa’sının çok köklü değişikler yaşamasına neden olacak bir reform hareketinin belgeleri olacaktı.

 Luther’in hazırladığı bildirgede yer alan maddelerin birkaç tanesi şunlardır:

1)Tanrı ile kul arasına hiç kimsenin giremeyeceğini, kullarının günahlarını yalnızca tanrının affedeceğini söylemiştir.

2)İbadet (Ayin) dilinin Latince olmasını eleştirmiş, her milletin kendi ana dilinde ibadet yapmasının sağlanmasını talep etmiştir.

 3)Kutsal kitabın anlama ve yorumunun yalnız Katolik rahipler tarafından yapılabileceği uygulamasını reddetmiş ve incilin her Hıristiyan tarafından okunup anlaşılmasının mümkün olduğunu iddia ederek yeniden İncil’e dönüşü talep etmiştir. Bu yüzden Luther kilisesine İncil Kilisesi de denir.

4)Azizlerin üstün vasıflarını kabul etmemiş ve onlar için kilisede ayin yapmayı reddetmiştir.

Reformun sonuçları iki yıl içerisinde gelişmiş ve Katolik Dünyada büyük yankılar uyandırmıştır.

Protestanlığın Luther’ci yorumunda ekonomik kalkınmayı motive edici fazlaca olumlu unsur bulunmamaktadır. Bilakis bu yorumlar halk ile kilisenin arasını açmış ve sonuçta da kilisenin buyrukları dışında hareket edebilen yeni bir toplumsal sınıfın türemesine neden olmuştur. Bireyciliğin oluşmasında da en büyük etkenlerden biri olarak gösterilen bu düşünce Sekülerizmin de zaferi olarak değerlendirilebilir.

Protestanlığın, maddi kalkınmaya lokomotif görevi yapan tarafı onun “Kalvinist yorumu ”dur. Genellikle Fransa’da yoğunlaşan Kalvinistler Liderleri Kalvin’ in İncil’den çıkararak yeniden yorumladığı birkaç buyruğu prensip olarak kabul edip çalışmışlar ve Serfler’in/toprak ağalarının ve burjuva sınıfının  baskısından kurtulup maddi kalkınmayı sağlamışlardı; Fakat bu maddi kalkınma düşüncesi zamanla hiçbir meşru kural ve sınır tanımayan bir tahakküm aracı durumuna dönüşmüş,hatta vahşi kapitalizmin doğmasına neden olmuştur.

 

Protestanlaşma hareketinin doğurduğu sonuçlar

Protestanlık dini bir mezhep olduğu halde, hatta dinin özüne bir çağrı içerdiği halde önayak olduğu toplumsal süreç, sonuçta dinin zayıflamasına ve özünden uzaklaşmasına neden olmuştur. Bu bağlamda; Protestanlığın zaferi Sekülerizm ve nihayet Kapitalizmin doğmasına ve güçlenmesine katkı yapmıştır. Bu paradoksal durum Protestanlık ile sekülerizm ve kapitalizm arasında pozitif bir korelasyon/alaka kurulmasını kolaylaştırmaktadır. Bu korelasyon ’un sonunda gelişen toplumsal süreçte toplum ve kültür alanları, dini otoriteler,  dini kurumlar ve dini sembollerin egemenliğinden çıkarılmıştır. Toplum ve kültürün dünyevileşmesi bir bakıma bilincin sekülerleşmesini üremiş ve böylece de dünyayı, olayları ve olguları yorumlarken hiçbir dini ve metafizik/aşkın kaynağa başvurmadan yorumlayan laik bireyler/sistemler oluşmuştur.

Nihai anlamda sekülerizmi (dünyevileşme) ve laisizmi (dinin birey ve toplum hayatından uzaklaştırılması) Protestanlığın modern dünyaya bir armağanı olarak görebiliriz. Geleneksel kiliseyle bağları olan dini çevrelerde “dinden uzaklaşma; dinsizleşme olarak algılanan bu kavramlar; kilise karşıtı çevrelerde ise modernlik, çağdaşlık, ilericilik ve modern insanın her türlü dini vesayet ve bağlardan uzaklaşıp özgürleşmezi olarak algılanıp meşrulaştırılmıştır.

Protestanlık ve Kapitalizmin doğuşu arasında pozitif bir korelasyon ‘un olup olmadığı konusundaki tartışmalarda dikkatler başlıca şu üç maddede yoğunlaşmıştır.

1-Batıdaki ekonomik gelişmelere Protestanlığın katkısı vardır fakat bu katkı, sadece toplumu patlama noktasına getiren feodal ve baskıcı yapının yıkılmasına katkısı dolayısıyladır. Protestanlık, kapitalizmin zaten var olduğu yerlerde yayılmak için daha serbest bir alan bulmuştur, o kadar; yani Kapitalizm Protestanlıktan öncedir

2-Protestanlık kapitalizmden öncedir; Protestanlığın geliştirdiği Püriten/münzevi Ahlak kapitalizmin doğuşuna gerekli ve uygun ortamı hazırlamış ve bir süre sonra da bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Sosyolog Max Weber’in görüşü bu yöndedir.

3- Protestanlığın ve Kapitalizmin her ikisi de şartların ürünü olarak aynı zamanda doğup gelişmişlerdir.

“Protestanlık” kavramı Ünlü sosyolog Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı eserinde Kapitalizmin oluşmasındaki sürece katkısı olduğunun tespit edilmesiyle birlikte sosyolojin ilgi alanına girmiş ve daha sonraları dini bir mezhep olmaktan çok sosyolojik bir olgu olarak anılmaya ve sosyolojik bir kavram olarak kullanılmaya başlanmıştır

Weber Kapitalizmin oluşumunda Protestanlığa aslında içerdiği asketik/püriten yapıdan dolayı önemli bir rol atfetmiştir. Webere göre Protestanlığın geliştirdiği ahlak sistemi kapitalizmin doğmasına yol açmıştır. Bir anlamda Protestan ahlakı kapitalizmin ruhunu oluşturmaktadır. Bu yaklaşıma göre Tanrıyla son derece samimi bir ruh hali içerisinde ilişkiye giren dindar, daha doğmadan üzerine yüklenen ilk günahın kefaretini ödemek ve bu “ilk Günahın” yükünden kurtulup arınmak ve temizlenmek için sürekli çalışan bir dindarı örnek verir. Weber’in bu görüşünü temellendirmesi oldukça kolaydır Çünkü Luther’e göre de “meslek insanın kendini ona uydurmak zorunda olduğu ve tanrı buyruğu olarak kabul ettiği şeydir. Meslek uğraşısı da Tanrının verdiği bir ödev, daha doğrusu tek ödevdir”. Bu tanrısal ödevi yerine getirmek için sürekli çalışan dindar elde ettiği getiriyi asli ihtiyaçları dışında hiçbir şekilde lüks tüketime ve bedensel zevkleri için kullanmamalıdır. Bu ilkelerle hareket eden Asketik/münzevi bir Protestan dindarın elinde aşırı derecede biriken sermaye, tüketimin sınırlandırılması ve daha sondaki dönemler de Asketizm’in zayıflamasıyla ve kazanç peşinde koşmanın serbest bırakılması ile birlikte sermayenin üretime aktarılmasına neden olmuştur. Kalvinist yorumdan da (Tacirler lehine) “üretimden alınacak faiz gelirlerin de dini hiçbir sakınca olmadığı” desteği alındıktan sonra kapitalizm güçlenmek için gerekli ve uygun ortamı bulmuştur.

 

TÜRKİYE’NİN MODERNLEŞME MACERASI VE BATILILAŞMA ÇABALARI

Hatırlanacağı üzere “Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Türkiye, çok kötü şartlarda Mondros Mütarekesini imzalamış, devletin düzenli ordusu dağıtılmış, ülkenin değişik bölgeleri savaş galibi devletler tarafından işgal edilmişti. Savaşın sorumlusu olarak görünen İttihat ve Terakki liderleri ülkeyi terk ettikten sonra İngiliz işgali altında kalan İstanbul’daki padişahta ne yapacağını şaşırmış ve devlet yıkılmanın eşiğine kadar gelmişti. Devleti içerisine düştüğü bu çıkmazdan kurtarmaya çalışan bazı gruplar, Batılı devletlerin maddi kalkınmışlığını örnek göstererek,  “biz de Batılılaşalım kurtuluruz” tezini ortaya attılar. Aslına bakılırsa bu görüş hiç de yeni bir görüş değildi.

Türkiye’nin batılılaşma/modernleşme ve bu sayede yenileşme macerası III. Selimle başlamış ve II. Mahmut, Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerindeki bir takım yenilik hareketleriyle devam etmiştir. Tüm bu dönemdeki yenilik hareketleri gayet eklektik(belli alanlarda ve seçilerek)yapıldığı için tam teslimiyetçi ve kökten batılılaşmacı sayılmazlar. Üstelik o dönem batıcılığını merkezi otoritenin temel karakterini değiştirmeden bir takım problemlere çözüm arayışı olarak görmek durumundayız. Zaten Protestanlık sözcüğü de o zamanlar dini bir anlam taşımaktan öte bir öneme sahip değildi.

Türkiye de İslam ve Protestanlık tartışmalarının geçmişi Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar uzanır İlk etapta İslam’ın modernleşmesi/batılılaşması bağlamındaki resmi taleplerin sonucu olarak gündeme gelen Protestanlık olgusu iki şekilde algılanmıştır.

Bir yandan; İslam’ın sosyal hayatın her alanına,(eğitime siyasete, ekonomik ve iktisadi hayata, aile hayatına...)müdahale eden, kural koyan geleneksel yapısından sıyrılması ve içerisinin boşaltılması suretiyle siyasetin emrinde pasif bir din haline gelmesi doğrultusundaki siyasi talebi temsil etmiştir.

Diğer yandan da Protestanlığın batıda ekonomik kalkınmayı ve kapitalist süreci başlatan güç olduğu düşüncesiyle; İslam dünyasında da ekonomik kalkınmayı motive edecek ve yeni oluşturulmaya çalışılan mili dine katkıda bulunacak bir unsur olarak görülmüştür.

            Osmanlı İmparatorluğunun tarihteki misyonu ’nu tamamlamasından ve yıkılmasından sonra yeni bir yönetim arayışına giren Meclisin içinden üç farklı görüş çıkmıştı Bu görüşlerden her biri ülkenin içinde bulunduğu çıkmazdan kurtarılması ve geleceği hakkında farklı düşünce ve tutumlara sahipti. Kimileri hiçbir değişiklik yapmadan eski düzenin devamını talep ederken kimileri de eski düzenin tamamen kaldırılmasını ve yerine yepyeni tamamen batıcı ve seküler /laik bir sistemin kurulmasının mücadelesini veriyorlardı.

 

Her biri ayrı bir talebi, paradigma/modeli ve ayrı bir yorumu ifade eden gruplar 1)İslamcılar/Muhafazakarlar,

2)Türkçüler/Turancılar,

3)Batıcılar/Laiklerden oluşmaktaydı.

 

İslamcı kanadın en önemli özelliği; modern dönemin bir İslam yorumu olarak Müslüman kimliği koruma hassasiyetiyle modern bilgiyi geliştirme çabasına giriyorlardı. Yani Müslüman kalarak, modernleşmeyi sağlamaya çalışıyorlardı. Eklektik bir tutum içindeydiler. Batının ilmini ve fennini alarak, İslam, ahlak, kültür, ve siyasetini korumayı amaçlıyorlardı..

Bir diğer paradigma Türkçü ve Turancı paradigmadır. Ulusalcı/Milliyetçi epistemolojiden beslenen bu görüş Türkçülük düşüncesinin egemenliği doğrultusunda mücadele veriyordu. Türkçü düşüncede asıl vurgu ulus ve ırk düşüncesine yapılıyordu. Türkçü paradigma dünya görüşlerinde de batı bilimini referans gösteriyorlardı.

Batıcılar ise modern laik paradigmayı temsil ediyorlardı. Uzlaşmasız bir şekilde, dini/milli bir kaygı taşımadan toplumsal ve tarihsel farklılıkları dikkate almadan hararetli bir şekilde Batılılaşmayı/Protestanlaşmayı, modernleşmeyi savunuyorlardı. Batıcı paradigmada meşruiyet kaynağı tekti. Hem asıl vurgu batılılaşmaya idi, hem de dünya görüşü olarak batılılaşma tercih ediliyordu. Özellikle İçtihat Dergisinde görüşlerini açıklıyorlardı. Meşhur batıcı Abdullah Cevdet’e göre batı “Nur’u da simgelemektedir ve Osmanlı da bu Nur’a koşmak zorundadır. Batı demek üstünlük ve güçlülük demektir. Batı uygarlıktır, bu bakımdan ekonomik ve toplumsal çağdaşlığı simgelemektedir. Bu yüzyılın fikir ve ihtiyaçlarına uygun medeni bir devlet olmak istiyorsak Batılılaşmaktan başka çaremiz yoktur. Batıcılık sevdasında bir başka batıcı Celal Nuri İleri daha da ileri giderek Türk kanının kalkınmaya müsait olmadığını bu yüzden de “Türk kanına batılı  kan eklenmesi ”ve Türk kadınları için batıdan ... erkek getirtilmesi  gibi garip tekliflerde bulunur.

Sonuçta dikkat edileceği gibi her üç görüşte de bütün referanslar modern batıya, batı bilimine ve dolayısıyla batı kapitalizmine ve sonuçta da Protestanlığa çıkıyordu. Tek farkla İslamcılar ve Türkçüler eklektik(seçmeci) ve dikkatli davranmalarına rağmen Batıcılar tam entegrasyonu istiyorlardı.

Geride bıraktığımız bir yüzyıl, Türkiye de, yukarda sözünü ettiğimiz batıcı laik paradigmanın devlet yönetimine hâkim olduğu bir yüzyıl olarak geçmiştir. Bu süre zarfında hükümet edenlerin tamamı bu batıcı laik paradigmanın hakimiyet alanını genişletmek ve gücünü pekiştirmek amacıyla elinden geleni yapmaktan geri durmamıştır. Her şeyden önce devrimler yoluyla yapılan yenilikler, Luther in Protestanlık hareketine oldukça çok benzemekte ve aynı sonuçlar elde edilmeye çalışılmaktadır. Mesela; Laiklik hareketiyle Dinin bireyi ilgilendiren tarafı dışındaki tüm özellikleri budanmış, din vicdanlara hapsedilerek pasif beşeri öğretiler düzeyine indirgenerek etkisiz hale getirilmeye çalışılmıştır. Din işleri devlet işlerinden ayrılarak Dini devlet işlerine alet etmeme bahanesiyle tüm devlet kademelerinde her türlü yolsuzluk ve  yağma’nın önü açılmış ve devlet ‘in tüm değerleri talan edildiği halde sesini çıkaran olmamıştır. İbadet dilinin Türkçeleştirilmesi bahanesiyle insanlar (İlahiyat Fakülteleri, İmam hatip okulları ve Diyanet görevlileri dahil) Kur’an-dan uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

Özellikle Kur’an-ın siparişle yaptırılan sözde çağdaş çevirileri vasıtasıyla Kur’an zamanımıza uyarlanıp modernize edilmeye çalışılmıştır. Önceleri Camiye hapsedilen Din orada da rahat bırakılmamış, Camilere tıpkı Hristiyan kiliselerinde olduğu gibi; oturmak için rahat sıralar ve söylenecek ilahilere renk katmak için müzik aletleri konulması teklif edilmiştir. Hatta belli bir dönemde Ezanın Türkçe okunması ve namazın Türkçe Kur’an çevirileriyle kıldırıldığı çoğumuzun malumudur. Medreselerin, ıslah yerine tamamen ilgası ile ulema sınıfı ortadan kaldırılmış, dini otoriteler baskı altına alınarak sindirilmiş, meydan, önce cahil ve ukala bir sınıfın ellerine bırakılarak halkın dinden nefret etmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Mesela Halide Edib’in “Sinekli Bakkal” Reşat Nuri’nin “Yeşil Gece” romanlarında yapmaya çalıştıkları şey budur.

Yukarda verdiğimiz örnekleri çoğaltmak her zaman mümkündür fakat yeterli olduğunu düşündüğümüz için fazlaca uzatmaya gerek görmedik. Bu bölümün sonunda Şunu da söyleyelim ki; varlığını Osmanlıdan ve onun temsil ettiği değerlerden kopuşa bağlayan Türkiye Cumhuriyeti her bakımdan onun zıddına bir tutum sergilemiş ve toplum hayatında İslam a ilişkin ne varsa ona mesafeli durmayı modernleşmek olarak kabul etmiştir. Yeni Türkiye’nin yönetici kadrosuna göre Türk toplumunun bünyesinde Müslümanlığı hatırlatan her şey vücudun kangren olmuş bir uzvu gibi görünüyordu ve derhal kesilip atılmalıydı.

Günümüz TBMM çatısı altında da bu görüşlerin hepsi biraz daha yumuşatılmış ve ehlileştirilmiş olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Buna ilaveten, Avrupa birliği süreci ve batılılaşma, çağdaşlaşma, demokrasi ve laiklik gibi maddeler söz konusu olunca mevcut gurupların görüş farkları asgariye inmekte ve adeta birinin diğerinden farkı kalmamakta ve hatta kimin daha çok batıcı olduğu konusunda adeta birbirleriyle yarışmaktadırlar.

İslam ve Protestanlık

İslam ve Protestanlık tartışmaları söz konusu olduğunda da oldukça karmaşık/karmaşık bir ilişkiler ağının içerisine girdiğimizi ve bir hayli ciddi sorunla karşı karşıya kalacağımızı önceden kabul etmek zorundayız. Bu sorunların analitik bir yöntemle çözümlenmesi ve mantıksal verilerin elde edilmesi ise ancak sağlam ve açık seçik bir kavramsal çerçeve oluşturmakla mümkündür.

Batılı anlamıyla Protestanlaşma hareketinin başlıca iki önemli ve belirgin sonucu vardır.

1-Protestanlaşma sayesinde Din toplumun ve insan hayatının her aşamasından uzaklaştırılarak seküler/dünyevileştirilmiş, bireyin vicdanına hapsedilerek etkisiz kılınmaya çalışılmıştır.

2-Din maniple edilerek ekonomik kalkınmaya, oradan da kapitalizme ulaşılmıştır.

İslam’ın Protestanlaştırılması söz konusu olduğunda da ulaşılmak istenen sonuçlar ana hatlarıyla bunlardır. Fakat asıl tartışma İslam’ın özü itibarıyla bu tür manipülasyon/kötü amaçlı yönlendirmelere izin verip vermeyeceği konusunda yapılmaktadır.

Protestanlaşma kavramını sosyolojik bir kavram olarak literatüre mal eden Weber İslam’ın Patrimonyal (sözcük babadan oğula yetki aktarımı ile yürütülen sistemler için kullanılmaktadır) yapısından dolayı Kapitalizmin oluşması için yeterli ve gerekli motivasyonu sağlayamadığını bu yüzden de İslam ülkelerinde Batıdakine benzer kapitalist yapılanmalar ve ticari ve iktisadi örgütlenmeler olmadığını söylemişti. Sonraları Weber’in İslam’ı yeterince iyi bilmediği, bu yargılarının da ciddi araştırmalar yapılmadan varılan yargılar olduğu söylense de Weber’yen tez daha etkili oldu ciddiye alınarak birçok araştırmacıya referans kaynağı oldu.

Bütün bu tartışmaların ötesinde; İslam özü itibariyle bizim anladığımız anlamda kapitalizme ve kapitalist yapılanmaya ortam hazırlayacak unsurların içerisinde barınmasına izin verir mi? Elbette ki hayır!

 Kur’an-ı kerim çalışmayı ve dürüst ticareti teşvik ettiği

 (Bakara,188,198,201,275,282,Nisa 29,31; Maide,1; Hac,28;Nur 37;..)fakat servet biriktirmeye ve o servetin bir zümre (kapitalist yapılanmalar) arasında dönüp dolaşan bir güç ve üstünlük vasıtası,ve sömürü aracı  olarak görülmesine karşı olduğu bilinmelidir. Bu konuda Kur’an da oldukça çok sayıda ayet vardır.

“...Ganimet yoluyla edindiğiniz bu servet ve mallar, Allah, Peygamber, yakınları, yetimler yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet/güç olmaz. (Haşr;7)

“...Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! (Tevbe 34) “Bu (Allah yolunda harcanmayan) paralar cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtlarının dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığıp biriktirmekte olduğunuz şeyin azabını tadın bakalım.”

İslam elde edilen servetin bir kısmının zekât, sadaka, infak gibi yardımlaşma ve paylaşma kurumlarıyla dağıtılmasını (Zariyat 19,Mearic 24,25) ve bunun dünyadaki karşılığının yanında, asıl mükâfatının da sadece Allah tarafından verileceğini bildirilmiştir.

Bu bağlamda İslam’ın kapitalizme ve kapitalistleşmeye izin vereceğini söylemek zor, hatta imkânsızdır. Bizce kapitalistleşme yolunda atılan her adım ancak İslam’dan uzaklaşmakla mümkün olacaktır. Modern dünyada çağdaş kapitalizmin ve Liberal Piyasa Ekonomisinin gereklerini harfiyen yerine getirerek hala İslami ticaret yaptıklarını söyleyenlerin pek de dürüst davranmadıklarını belirtmekte fayda vardır.

Bizce konu başka bağlamlarda ele alınmalıdır. Mesela, ekonomik kalkınmanın tek vasıtasının kapitalistleşmek olduğu iddia edilebilir, fakat kapitalizmin insanlığa huzur ve mutluluk getirdiğini de kimse iddia edemez. Elit bir zümrenin daha rahat yaşaması pahasına açlık sınırında yaşayan milyonlarca insanın, kapitalist sistemin ürünü oldukları inkar edilemeyecek kadar gerçektir.

İşin ekonomik olmaktan çok siyasi boyutları olduğu da kavranmalıdır. Zira Çağdaş Kapitalizm bu gün bütün dünyayı istimlak etme çabasındadır ve doğduğu ilk günden bu yana insanlığa aman vermeden ilerleyişini sürdüren bu sömürü düzeni, inançlar dâhil, önüne gelen tüm değerleri de istismar etmekten geri durmamıştır. 16 asrı takip eden başlangıç yıllarında inançlar kapitalizmin gelişip egemenlik kurmasına engel teşkil ettiği için her durumda kökleri kazınılıp yok edilmesi gereken hastalıklar olarak görülüyordu. Kapitalist örgütlenmeler ilerlemelerinin önündeki bu engelleri ortadan tamamen kaldırmayı başaramayınca onları önce değiştirip, sonra dönüştürme çabasına giriştiler. İşte yukarda anlatmaya çalıştığımız “İslam ı Protestanlaştırma” çabalarının da tamamen bu düşüncenin ürünü olduğunu söylemek mümkündür.

Kapitalistleşme düşüncesi de insanlığı nihai anlamda Amerikanlaşmaya doğru sürüklemektedir. Her ne kadar başlangıçta modernleşme ve kapitalizm fikri, maddesi ve manasıyla Avrupa kültürünün bir ürünü olsa da sonuçta iş yine de Amerikanlaşmaya varıp dayanmaktadır. Avrupa kültür ve medeniyetinin de gücünü İslam karşısında kendine gelme, kendini bulma çabalarına borçlu olduğunu biliyoruz. Çünkü Avrupa tanımını ve kimliğini İslam la kuşatılmış olmaktan almıştır. Zaten Rönesans, Reform ve Aydınlanma Avrupa’nın kendisini İslam ile kıyaslamasından ve onun karşısında bir güç olarak konuşlanma güdüsünden doğmuştur denilebilir. Zira Modern Avrupa medeniyetinin doğuşuna başlangıç teşkil eden 14.yüzyıldan itibaren her aşamada batının karşısında, sağında, solunda alaka kurmaktan bir türlü kaçınamadığı bir İslam vardı.

 Bir anlamda kapitalizmin ve Amerikanlaşmanın bozup ifsat etmediği ve kokuşmaya uğratmak için uğraşmadığı bin değer neredeyse yok gibidir. Bizce Amerika’nın yeryüzünü bozma ve ifsat etme çabalarını akamete uğratacak ve tuzağını başına geçirebilecek yegâne güç ”İslam” dır. Fakat Müslümanlar henüz ellerinde bulunan bu gücün farkında bile değillerdir. İşte bu sebeple kapitalizmin bozduğu ve ifsat ettiği yerküreyi yeniden mamur edecek yegâne güç olan İslam henüz yeryüzünde vücut bulamamıştır. Ellerinde bulunan bu nimetin kıymetini bilmeyen Müslüman halklar bu sebeple mevcut dünyevi otoriteler tarafından ciddiye alınacak birer unsur olarak değil de bilakis; sürüler ve kuru kalabalıklar olarak işleme tabi tutulmuşlardır.

Kimi Müslümanlar da kişiliklerinde küçülme vuku buldukça ve dinlerinden uzaklaştıkça Amerikancılığın, giderek batılılarla işbirliği yapmanın bayraktarlığını yapmaktan keyif alan bir sürü haline gelmekte ve sıradanlaşmaktadırlar. Böylece de giderek piyasa değerleri artmaktadır.

Sonuçta Türk halkının modernleşme süreci bir anlamda Protestanlaşma sürecidir. Bu süreçte Halka  İsmet Özel’in yerinde ifadesiyle “Vur gözüne karakolu görmesin, vur ağzına ifadeyi vermesin” sözünün gereği uygulanmıştır. Bu sebepledir ki gözümüzde bir tefrik etme bozukluğu vardır. Dayaktan çenemiz kırıldığı için de hakikati hiçbir zaman söyleme gücümüz olmamıştır. İşte Türklerin modernleşme tarihi, aynı zamanda yediğimiz sıra dayağının da tarihidir.

 

Mehmet Ayman

Diğer Haberler